Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 10 aralık 1948 günü kabul edilen insan hakları evrensel beyannamesinin kabul edilişinin bugün yıl dönümüdür. Bu beyanname ile tüm insanlığın özgür ve eşit haklara sahip olarak doğduğunu hüküm altına almış dil ,din, ırk, cinsiyet ve siyasal düşünce açısından ayrımcılığa uğramanın önünü kesmiş, tüm insanlara adil yargılanma hakkı getirmiş, düşünce ve vicdan özgürlüğünün önünü açmıştır. Bu beyanname tüm dünyada hak ve özgürlükler alanında etkili olmuş,birçok ülke anayasalarında insan hakları evrensel bildirgesini uygulamış ve hüküm altına almıştır.
30 maddeden oluşan bildirge Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna katılan 56 ülkeden 48’inin oylarıyla kabul edilmiştir. Türkiye oy veren ülkeler arasındadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tüm dünya devletleri tarafından ortak değer olarak kabul edilen insan hakları ilkelerini anlatmaktadır.
Beyanname, tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olduğunu ilan eder. Her yıl 10 Aralık’ta Uluslararası İnsan Hakları Günü olarak kutlanır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonra ermesinden sonra ilan edilen bildirge, insan hak ve özgürlüklerinin gelişiminde bir milattır.
Bildirge bağlayıcı değildir. Tavsiye niteliğindedir. Yani yargısal uygulaması yoktur. Ama bu bildirgenin yayınlanmasından sonra tüm dünyadaki gerek insani hak ve özgürlükleri alanında gerekse sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanda etkili olmuş ve günümüze kadar hem ulusal hem uluslararası devletlerin anayasalarında, yasalarında yer bulmuş ve geri dönülmez bir şekilde yerleşmiştir.
Bildirge,klasik hak ve özgürlüklerle sosyal ve kültürel hak ve özgürlüklerin bir sentezini gerçekleştirmiş. İşte bu özelliği nedeniyle de insan haklarının bütünlüğünü kapsayan etkili bir metindir. İlan edildiği tarihten günümüze kadar devletlerin anayasalarındaki temek hak ve özgürlüklere ilişkin kuralları ile insan haklarına ilişkin antlaşma ve sözleşmelere yol gösterici olmuştur. Ama evrensel İnsan Hakları Bildirisi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir anda dünya kamuoyunun gündemine taşınmış değildir.
İki dünya savaşı arasındaki süreçte insan haklarının korunması çalışmaları sınırlı sayıda ama seçkin hukukçular tarafından sivil toplum örgütleri ve aktivistler tarafından sürdürülmüştür. Dünya çapında büyük sosyal ve ekonomik çalkantı yaşandığı için yapılan çalışmalar ileriye dönük iyi bir altyapı oluşturmuştur.
Bütün bu çalışmalar sonucuyla yüzyıllar boyu verilen mücadeleler ile hak ve özgürlükler ve insan haklarına ulaşılmıştır. Eğer bugün insanlık devredilemez, vazgeçilemez kişiliklere bağlı bir takım haklara sahip olduklarını kabul ediyorsa, bu çok çetin ve bedeli çok ağır ödenmiş bir tarihi geçmişe sahiptir. Eski Çağ’da insan hakları kavramının gelişiminde eski Yunan şehir devletinin de büyük katkıları olmuştur. Her ne kadar bireylerin devlete karşı ileri sürebilecekleri hakları yokken sadece birey olarak kabul edildiklerinden dolayı bazı siyasi haklara sahiplerdi. Orta Çağ ile arasındaki fark ise,İlk Çağ’da insanın efendisi devlet; Orta Çağ’da ise devlet ve kilisedir. Bu çağda siyasal iktidarın yetkililerinin sınırlandığı karşılıklı yapılan anlaşmanın en önemli örneği İngiliz belgelerinin en eskisi olan Magna Carta Libertatum (İngiliz Büyük Şartı) olmuştur. 1215’te İngiliz Kralı Jean Sans Terre Magna Carta Libertatum‘u imzalamak zorunda kalmıştır .
Magna Carta Libertatum, batıda kralın yetkilerini sınırlayan ve kişi özgürlüklerini genişleten ilk adım olmasıyla insan hakları alanında önemli bir belge sayılmaktadır. Orta Çağ, insanın evrensel, dokunulmaz, devredilmez ve devletten önce gelen haklara sahip olduğu düşüncesine yabancıdır. Genel olarak kişi ve grupların basamaklı eşitliği bulunmaktadır. İnsan hakları 16.yy’daki reform hareketleri siyasal düşünce tarihinin ilgilendiren felsefi bir tartışma konusu olmaktan çıkmış, devletin anayasal hukuk düzenini ilgilendiren bir konu olarak siyasal mücadele alanına girmiştir. İlk olarak İngiltere’de sınıflara ait ayrıcalıklar yerini İngilizlerin genel haklarına bırakmıştır.
Keyfi tutuklamalara karşın güvenceler içeren Petition of Rights (1628) ve Habeas Corpus Act (1679) ile yargı güvencelerini içeren Bill of Rights (1689) İngilizlerin insan hakları belgelerindendir. Bu bildirgeler kralın keyfi yetkilerini kaldırıp halkın tümüne özgürlük ve seçim haklarını garanti etmekle birlikte herkesin kanun önünde eşitliği ilkesini, jüri önünde yargılama hakkını, aşırı para cezasını keza Habeas Corpus’ta ise sanığın tutukluluk halinin yeterli olabilmesi için sanığın hakim ve yargı önünde çıkarılması ile ilgili hükümler getirmiştir. Temel hakların çağdaş anlamda topluca ve anayasal gücünde pozitif hukuka aktarılması ilk olarak 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde gerçekleşmiştir.1776’dan itibaren kabul ve ilan edilen Amerikan Bildirisi’nde, kişi güvenliği, vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, dilekçe hakkı ve mülkiyet hakkı gibi klasik hak ve özgürlükler yer alır. Amerikan İhtilalini kısa bir süre sonra izleyen büyük Fransız ihtilaliyle kişi hakları doktrini Avrupa Kıtası’nda resmen kabul edilecek gerçekleşme olanağına kavuşmuştur.1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, temel haklar tarihinde en önemli dönüşüm noktası olarak tanımlanabilir.
Bu bildirinin başlıca özelliği bireyselliğidir. Birey her yönden toplumun temel ögesi ve amacı olarak ele alınmış. Fransız ihtilalcileri Amerikan kurucuları gibi başkalarına devredilemez, zaman aşımına uğramaz kutsal haklar olarak ilan etmişlerdir. İnsan hakları kavramına 20. yy başlarında rastlayamıyoruz. 1900’lü yılların ortalarına kadar hukuk kişileri yalnızca devletlerdi. O zamana kadar devletin sınırları içinde yaşayan kişilerin hakları o devletin iş sorunu olarak görülmüştür. Bir başka devlet tarafından uyruklarına yapılan saldırı bir devletin saygınlığına maddi çıkarlarına aykırı sayılmış ve çıkarı zedelenen devlet lehine tazminat hakkı doğurmak dışında ir yaptırıma bağlanmamıştır. İnsanı devlete bağımlı kılan bir anlayış İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu etkinliğini sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sürecinde tarihte o zamana kadar görülmemiş bir boyutta elli milyondan fazla insanın hayatını kaybetmesi ve bu savaş süreside 6 milyon Yahudi’nin sistemli bir soykırım programına uğraması insanlık bilinci üzerinde korku ve dehşet duygusu oluşturmuştur. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, tehlikesini gösterdikten sonra insanlar benzeri soykırımların bir gün mağduru olabileceklerini düşünmüşlerdir.
Avrupa’daki demokrasileri tahrip eden 2 ds ve onun yıkıcı sonuçları savaş sırasında ayaklar altına alınan insan haklarının değerini daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kamu hak ve hürriyetleri ile insan haklarının gelişim süreci Türkiye dahil uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 1948’te tarihinde ortaya çıkan bir durum değildir insanlık tarihi boyunca insanlar ya devletle ya kilise ile ya da uluslara imparatorluklarla karşılıklı özgürlükler konusunda mücadele etmiş ve büyük mücadeleler sonucunda bu hak ve özürlüklerini kazanmıştır. Batıda hak ve özgürlükler alanında bu gelişmeler olurken Osmanlı da bu gelişmelerden nasibini almıştır. Batıda özgürlükler genel olarak halk harekatı şeklinde aşağıdan yukarıya doğru gelişmiş ve yukardakiler ister istemez kabul etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise insan hak ve özgürlüklerini devlet adamlarının duydukları yenileşme ihtiyacının sonucunda onların kişisel çabaları ile ortaya çıkmış ve dolayısıyla yukarından aşağıya doğru gelişme göstermiştir. Ne var ki bu ileriye gidişten korkan bağnazlar bu tür yenilik hareketlerine direnmişler, hatta bunları engellemeye çalışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ıslahat hareketleri çoğunlukla Müslüman olmayanlara, Müslümanlar ile eşit haklar sağlama yönünden olmuştur.
Batılılar, imparatorluk içinde yaşayan Hristiyan koruyuculuğu üstlerine alarak Hristiyan toplumun giriştiği bağımsızlık hareketini her zaman desteklemişlerdir. Osmanlı devlet adamları kimi zaman batılı devletin güven ve saygısı kazanmak için kimi zaman da onlardan gelebilecek tehlikeleri önleyebilmek için bazı ıslahat hareketlerine girişmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19.yy başlarında itibaren girişilen ıslahat hareketleri aslında gerçek anlamda bir hak ve özgürlükler mücadelesi olarak nitelendirilemez. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu içinde insan hak ve özgürlükleri fikirleri ilk buluntular ancak 19. yy ikinci yarısında Batı kültürü ile iletişime geçen aydınlar yoluyla gelmeye başladığı söylenebilir.
Sonuç
İnsan hakları fikri iki defa etkili bir şekilde dünyadaki hak ve özgürlükler konusunda gündeme gelerek ulusal ve uluslararası hukuk alanında yenilikler getirmiş ve dünya siyasetini ve hukukunu köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bunlardan ilki Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’dir. 1789 klasik hakları konusunda öncelikle insan hakları düşüncesinin ön planda tutulması v e ulusal nitelikte olması nedeniyle 19. yy’ da bu haklar ideolojik yaklaşımların etkisinde kalmış siyasetin gerisine itilmiştir.
İkinci olarak BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ise iki büyük dünya savaşının tüm dünyaya (1948) Topyekün bir yıkıma sürüklediği emperyalistlerin ırkçı sömürgesi etnik ayrımlarının daha çok yaygınlaştığı bu dönemde ortaya çıkmıştır. İnsan hakları evrensel bildirgesi daha kapsamlı ve hayatın her alanına dokundu. Bildirgenin en önemli özeliği ‘’Klasik haklar ve özgürlüklerde sosyal ve ekonomik hak ve özgürlüklerin bir sentezini gerçekleştirmiş olmasıdır’’ İnsan Hak Evrensel Beyannamesi o dönem koşullarına bakıldığı zaman iki dünya savaşı ardından devletlerin bir araya gelerek ortak bir metin çıkarma çabası o dönem için takdir edilmesi gereken büyük bir olaydır.
İnsanların farklı olduklarının bilinciyle farklarının ne olduğuna değil, ortak yönlerinin ne olduğuna ve olabileceğine göre davranarak metin kaleme alınmış hazırlanmıştır. Bildirge her üyesi birbirinden doğal olarak farklı olan insan türünün üyeleri için bir konuda eşitlik önermektedir. Bu duyguyu daha iyi anlayabilmek için insan haklarının yazımından sorumlu komisyonun 18 üyesinden biri olan Hernan Santa Cruz Bildirgenin Bu Genel Salonunda okunduğu anı şöyle anlatıyor: ‘’ O an gücünü dünyaya hakim olanların kararlarından değil, insanın insan olarak var olduğu gerçeğinden alan, insanın yüksek değeri üzerinden bir uzlaşıya varıldığı, benzersiz, tarihi bir olaya şahitlik ettiğimi anladım. İnsanın devredilmez olan, yokluk ve zulümden bağımsız olan yaşama hakkının kaynağı olan değer de tam olarak buydu. Genel Kurul salonunda, orada bulunan her ırktan ve ulustan kadınlar ve erkekler arasında benzerini hiçbir uluslararası toplantıda görmediğim çok içten bir dayanışma ve kardeşlik atmosferi vardı.
Remzi KAZMAZ
Hukukçu Yazar Aktivist