Ateş düştüğü yeri yakar. Her mikrofon uzatıldığında söyledik. “Başka çocuklar yanmasın diyedir davamız” yeni ateşler başka yüreklere düşmesin dedik.
Yoksuluz. Aladağ’ın dağ köylerindeniz. Dağın başı derler ya, analarımız atalarımız öyle bir yere konmuş. Öyle sözün gelişi değil, filanca yiyeceğin falanca miktar tüketilmemesinden değil, yılın kimi zamanlarında hiç tüketilmemesinden söz ediyoruz. Çöpsüz köy duydunuz mu? “Çöpleri nereye atıyorsunuz?” diyen şaşkın İstanbullulara “Bizim köyden çöp çıkmaz ki” diyoruz. Naylon poşet -mesela- o bile atılmaz, kullanılır bizde. Bakkal olmayan köyde çöp mü olurmuş?
Yoksuluz. Son 25 yıldır zaten az olan tarım üretimimiz daha da azalmış. Yetiştirdiğimizi, rızkımızı çıkarmak için satmaya çalışmanın yararsızlığına ikna olalı epey bir oldu. Bizim ürettiğimize gerek yokmuş, raflarda dünyanın ta neresinden getirilmişi varmış. Artık ne üretiyorsak rızkımız handiyse odur.
Yoksuluz. Yıl 2016 ve biz, çocuklar bari kendini kurtarsın demeye başlayalı epey bir vakit olmuş. Çocuklar kendini kurtarsın; kurtuluşları, kurtulabilme ihtimalleri ise ancak okumaktadır.
Köyümüzdeki okulumuzun halini, öğretmenin gelmesi ile gitmesinin bir oluşunu, “taşımalı sistem” laflarının nasıl yalan olduğunu kime anlatsak, o dakika yüzündeki çizgiler derinleşir, saçındaki beyaz artar.
Yoksuluz. Köyümüzde okul yok. Kızlarımızı da ayırmadan çocukları okutmak için ilçe merkezine gideceğiz, olmayan yoldan. Yol yok diyoruz, gerçekten yok. Bir dağın iki yüzündeki dört köyün ikisinde, yolun bir yanı uçurum bir yanı az bir yağmurda hemen kayan taşlık yamaç. Diğer yüzdeki köylerde de kışın hastalık olduğunda doktora ulaşmak çok güç. Ama öbür taraflar nerdeyse imkânsız. O olmayan yollardan -kimi zaman yayak- varıyoruz kasabaya. “Okul” diyoruz, “şuyan” diyorlar, “E bu çocukların başının üzerine geceleri bir dam” diyoruz. “Kız yurdu yok” diyorlar. Üç harf; yok…
Daha yeni yapılmış bir devlet yurdu, yerine yenisi yapılmadan yıkılmış.
Kız öğrenciler için az da olsa “devlet yurdunda yer bulma” imkânı tümüyle ortadan kalkmış. “Nasıl olacak bu iş?” diyoruz, adını kulağına okuyanı pişman eden ilçe milli eğitim müdürü çenesini yukarı doğru ittirerek Süleymancıların yurdunu işaret ediyor. “Dün Fethullahçılara okusun diye çocuk emanet edenin hali ortada, istemeyiz” diyoruz. “Canınız isterse” demiyor ama “O zaman ev tutun” diyor. Sırtımızdaki yelekten, ayağımızdaki lastikten utanmadan diyor.
“Mümkünü yok, olmaz!” diyoruz. Diyoruz ve ısrar da ediyoruz. Ama günler günleri, haftalar da haftaları kovalıyor; çaresizliğimiz açık bir yara gibi, bu çocuklar mutlaka okumalı deyip köpekler tüküresi o çenenin işaret ettiği yurdun kapısına varıyoruz. Devlet bizi Süleymancı’nın yurduna mecbur etmiş, biz mazlum Süleymancı mağrur, gözümüz ardımıza baka baka köylerimize dönüyoruz.
Yangın diyorlar, soğuk bir kasım akşamı. Kasaba merkezinde olanımız var iş için, kısa bir sürede binanın alev topuna döndüğünü alt katta “mukabele”de olanların binayı hemen terk ettiklerini ama çocukların göz göre göre yandığını, boğulduğunu onlardan işitiyoruz. Kurtulan çocuklar pencereden atlamış da öyle kurtulmuş. Pencerenin kenarına varamayan, varıp da atlamaya korkan ise…
Dumanı tüten binanın önünde öylece dururken -vakit gece yarısını geçmişmiş- gençten iki adam yanaşıyor. “Biz” diyorlar “Yanınızda olmak için İskenderun’dan geldik”. İlkin bir işkilleniyoruz haliyle ama Adana’da da arkadaşları var, hastaneye düşen çocukları bir gün dahi yalnız bırakmıyorlar.
Nice sonra, bu İskenderunlulardan biri “Avukatım ben” diyor “Kabul ederseniz bu çocukların adaletini ahirete bırakmamak için sonuna kadar mücadele etmek istiyoruz” diyor. Dernek mernek lafı edince önce kan bir beynimize sıçrıyor ama sonra hem bunların hem de yaralı çocukların gözlerine bakıyoruz. Herkes yalan söyler de gözünün içi söylemez, çocuklar bunlara güvenmiş, hadi diyoruz düşelim yola, görelim bakalım nice olursa olsun…
Kapımızda jandarması, Süleymancısı, kaymakamı eksik olmazken ne tehdide boyun eğiyoruz ne kan parasına tamah ediyoruz. Yaralı, çocuklarımız var, on bir çocuğumuz ölmüş, gayri yeter diyoruz. Daha ilk ayında Süleymancıların tümünü salıveriyorlar. Bunlar -bizimkiler diyoruz onlara artık- hemen itiraz ediyorlar. İstanbul’dan bile ses veriyorlar, televizyonda görüyoruz, tekrar tutuklanıyor Süleymancılar.
Dava başlıyor. Ürkeklik var bizde biraz, yalan yok. Ama hem içerde hem dışarda dik duruyoruz. Bizimkiler fikir kavgasında yaman, Süleymancıların yüzüne bakınca şıp diye anlıyoruz. Fikir kavgasında mağlup olup kapının önünde bize saldırmaya cüret ettiklerinde de ağızlarının payını veriyoruz bizimkilerle birlikte. “Fikirse fikir bilekse bilek, he mi?” diyoruz bizimkilerin kulağına, artık dimdik yürüyoruz.
Yurdu 1972’de açtık diyor Süleymancılar. Bizimkiler yurt ile ilgili 1983’e kadar bir yazışma dahi olmadığını, 90’ların ortasında yurdun “yasallaştığını” söylüyor. Yasallaşıyor ama yurt binası kaçak, yerler ahşap ve halı kaplı, duvarlar lambri, başta vernik yanıcı parlayıcı maddenin bini bir para. Bu kaçak binanın, hakkında hiçbir bilgi belge olmayan en üst katı mezar oluyor çocuklarımıza. Yangın çıkışları kalın perdelerle gizlenmiş, PVC dedikleri kapıların kolu çıkarılmış, müfettişin geleceği duyulunca takıyor gider gitmez de çıkarıyorlar. Binada elektrik problemi olduğunu uzun süredir biliyorlar.
Sıkılmadan bulaşıkları yıkattıkları çocuklar, bulaşıkları yıkarken ellerini elektrik çarptığını ve bunu Süleymancılara hep söylediklerini anlatıyorlar. Can güvenliği için tırnağını oynatmayanlar haftada bir kurban eti eşliğinde “sohbet” tertip ediyorlar yurdun alt katında. Bunca şeyi devlet nasıl görmez derseniz, görüyor aslında. Görüyor ama ses çıkarmıyor.
Bizimkiler “1972 tarihi rastlantı değildir; solun, toplumsal uyanışın önünü kesmek için eğitim hakkına erişim cemaatlerin insafına bırakılmıştır” diyorlar. Bizimkilerden birisi parmağı ile bizim yanı işaret ederek “insanlarımızı hem yoksul bırakıp hem de bu yoksulluklarını – adına cemaat ya da başka bir şey, ne derseniz deyin- çıkar gruplarına istismar ettirirseniz neler olduğunu daha önce görmezden gelenler 15 Temmuz gecesini hiç akıldan çıkarmasınlar” dahi diyor.
Bu kulaklar 29 Kasım 2016 akşamı da kurban eti yiyip “sohbet” edenlerin, yangın çıkar çıkmaz çocukları arkada bırakıp kaçtığını; kayıtsız kuyutsuz ve sigortasız yurtta çalıştırılan, çocuklara “Kızsınız, okusanız n’olacak?” diyen ve sadece dini eğitim almalarını telkin eden “belletmenler”in duruşmada dinlenmesinin gereksizliğini duydu.
Bu gözler yukarı doğru yayılan yangınla küle dönmüş yurt binasının -yoldan bakınca öte ucundaki- yanmamış kısmında bir dolap içinde 35 kg. koyun eti kaldığını ve biz henüz çocuklarımızın cenazesini dahi teslim alamamışken, bu hayvan etlerinin kendilerine iadesini dilekçe ile talep edebilecek bir ahlaksızlığı gördü. Dilekçenin altında imzası olan avukat bugün hâkim dahi olmuş gerisini varın siz söyleyin…
Bu yürekler, dişimizle tırnağımızla -belki de zerresini- koparttığımız adaletin Alaaddin Çakıcı için çıkartılan bir “af” ile elimizden alınmasına bile dayandı. On biri çocuk 12 kişi göz göre ölüme gönderilmiş ama bugün cezaevinde tek bir kişi dahi yok.
Can Atalay